Fransa toplumununda ulusal kimlik, İslam’ın yeri ve İslam dininin laiklik prensibiyle uyumlu olup olmadığı konusundaki tartışmalar, bir bakıma Müslümanlara bakış açısını yansıtmada önemli ipuçları vermektedir. Fransa’daki Müslüman varlığının geçmişinin yeni olmadığı tam tersi uzun yıllar öncesine dayandığı herkes tarafından biliniyor. Bu iki taraf arasında, Modern Çağ’ın da ötesinde, Ortaçağ’a kadar uzanan, bazen çatışma bazen de kaynaşmayla neticelenen ilişkiler ağı kurulmuş durumda. Bu gerçek maalesef çoğu zaman görmemezlikten gelinmekte, sanki Fransa için Müslümanlar yeni bir olguymuş gibi değerlendirilmektedir. Diğer yandan İki topluluk arasındaki ilişkilerin karakteristik özelliklerini çözümlemek için çok da gerilere gitmeden Fransa’nın sömürgecilik ve göç kabul etme dönemlerine bakmak yeterli olacaktır.
Öncelikle söylemek gerekir ki, bu durumun, yani iki toplumun göç ve sömürgecilik olguları etrafında bir araya gelmesinin, günümüz politik alanına da yansımaları olmuştur; böylelikle çoğu Avrupa ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da politik gündemi Müslümanlar üzerinden yürütme alışkanlığı oluşmuş, bu durum bu gün de mevcudiyetini korumuştur. Müslümanların ülkede sürekli “sorun” olarak görülmesi bu politik tartışmaların zeminini oluştururken tartışmalar dönüp dolaşıp Müslümanların entagrasyonu üzerine odaklanmaktadır. Diğer yandan bu tartışmalar iki gerçeği su yüzüne çıkarmıştır:
1. Fransa uzun yıllar birçok açıdan, ama özellikle de vatandaşlık hakları açısından varlığını dikkate almadığı Müslümanlara karşı entegrasyondan ziyade asimilasyon politikası yürütmüştür.
2. Entegrasyon tartışmalarının arka planında ise aslında Fransız kültüründe İslam’a ve Müslümanlara biçilen rol yer almaktadır ve bu rol genelde “yabancı”, “başka yere ait” terimleri etrafında anlamlandırılmaktadır.
I. Müslüman görünürlüğü
Bu minvalde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Müslümanların toplumsal alanlarda görünürlükleri Fransa için çoğu zaman sorun teşkil etmiştir ve etmeye devam etmektedir. 1980 yılların sonunda patlak veren okullarda başörtüsü sorunuyla birlikte Fransa’da kamusal alanda dini simgelerin kullanımı konusunda tartışmalar da başlamıştır. Bu tartışmalar laiklik ekseninde ve nedense Müslümanlar üzerinden yürütülürken genellikle de şu soruya cevap aranmıştır: “İslam dinine mensup olan ve dininin gerekleri doğrultusunda yaşamak isteyen bir Müslüman aynı zamanda Fransız değerlerine sadık kalabilir mi ?” Bir başka deyişle aynı anda hem Müslüman hem Fransız olmak mümkün müdür ?
Bu soruya cevaben Abderrahim Lamchichi : “Fransa kültürü Müslümanları da kucaklayıcı olduğundan onların beklentilerine kayıtsız kalamaz. Bundan dolayı sosyologlar, psikologlar ve ilahiyatçılar ortak çalışıp çözüm yolları sunmalıdırlar. Aksi halde hem kendi değerlerine yabancı, hem de Avrupa kültürüne mesafeli kalacaklar […] Diğer yandan İslam için de çok inançlı ve çok kültürlü toplumlarla yaşamak sorun teşkil etmemiştir […] Birlikte yaşamın öneminin altını çizen Fransız yetkililer cumhuriyetin laiklik prensibi doğrultusunda şahısların inançlarına, ırklarına ve kimliklerine saygı anlamını taşıdığı” tespitinde bulunmuştur. Çalışmamızda bu tanımlamanın teoride kaldığını pratikte Müslümanların bambaşka bir uygulamayla karşı karşıya kaldıklarını ortaya koymaya çalışacağız.
a. Ulusal kimlik
Fransız toplumunda çoğulcu bir kültür anlayışının hakim olduğunu söylemek pek de gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerek. Bunun sebeplerinden birisi belki de sosyal bilimlerin söylevlerinin bu konuda fazla üretken olamamasıdır. Kimlik söz konusu olduğunda “ulus” (nation) ile “etnik grup” (ethnie) kavramları bu bilimlerce birbirlerinin karşıtı olarak kullanılmıştır. Ulus, pozitif ve tarihin akışını takip eden, etnik grup ise özü itibariyle geriye götüren, karanlık devirlere dönüşü, yani Ulus-Devletin medenileştirici düzenini empoze etmeden önceki kabileler dönemine dönüşü ifade eden kavramlar olarak tanımlanmıştır .
“Etnik grup” kavramının sosyal bilimler tarafından ilk kullanımı ise XIX.yüzyılın sonlarına dayanmaktadır. Bu dönemin sömürgecilik tarihine denk geldiğini hatırlarsak, bu durumun pek şaşırtıcı olmadığını anlarız. Nitekim etnik grup kavramı genellikle sömürge altına alınmış toplumların, “diğeri”, “bizden farklı” olduklarının altını çizmek için kullanılmıştır . Dolayısıyla, ulus kavramının son derece önem arz ettiği Fransa’da “cumhuriyet modelini zedeleyici” olduğu düşünüldüğünden çok kültürlülükten bahsetmek imkansız gibi görülmektedir.
Ulusal kimlik etrafında dönen tartışmaların esas çıkış noktası ise Sarkozy’nin Le Monde gazetesinde yayımlanan minare referandumuyla ilgili yazısı olmuştur . Sarkozy ulusal kimlik konusunu 2007 seçim kampanyasının ana maddesi yapmayı da ihmal etmemiştir. Sarkozy’nin seçim kampanyası boyunca sözünü verdiği Fransız Ulusal Kimlik Bakanlığı “Göç, Uyum, Ulusal Kimlik ve Dayanışmalı Gelişme Bakanlığı” adı altında 2007 yılında kurulmuş, 16 Kasım 2010’da bu kurumun görevine son verilmiştir. Bu kurumun varlığı, akademisyenler, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, sinema yonetmenleri, dernekler ve sendikalar gibi, birçok kesim tarafından “Fransiz cumhuriyetinin evrensel değerlerinin korunması adına” sert bir dille eleştirilmiş ve bakanlığın kaldırılması için imza kampanyası başlatılmıştır .
b. Ötekileştiren laiklik anlayışı
Ulusalcı-cumhuriyetçi-jakobenist görüşün laiklik prensibine bağlılığı da cumhuriyet modeline denk düşme-düşmeme problemi çerçevesinde anlamını bulmaktadır. Laik prensibinin tartışmaya açılması dahi cumhuriyet değerlerini tehdit ettiği gerekçesiyle bu kesim tarafından tehlike olarak ifade edilmiştir. Tam da bu noktada tüm oklar İslam’a çevrilmiş, İslam kültürünün Fransız değerleriyle uyum sağlamasının mümkün olamayacağı fikri yaygınlık kazanmıştır.
Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere genel olarak Fransız toplumunda ve devlet nezdinde “tarafsızlık” ilkesinden uzak katı bir laiklik anlayışı mevcuttur. Kültürel ve dini farklılıklar bir kenara bırakılıp tek tip vatandaş yaratma çabası doğrultusunda bir laiklik anlayışında ısrar edilmektedir. Fransa’nın bu tutumu kucaklayıcı olmaktan ziyade dışlayıcı, ötekileştirici olmuştur.
Son günlerde Sarkozy’nin tartışmaya açtığı “Fransa’da İslam’ın yeri” de yine beklendiği üzere “İslam-laiklik” ilişkisi üzerinden yürütülmüştür. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Sarkozy’nin teşvikiyle, UMP partisinin öncülüğünde laiklik tartışmaları toplantıları 5 Nisan 2011’de başlatılmış bu konuda, yani laiklik konusunda baş hedefin kamusal hizmetlerin tarafsızlığı olduğu ifade edilmiştir. Bu toplantıda UMP milletvekillerinin hazırladığı 26 madde parti genel sekreteri Jean-François Copé tarafından açıklanmıştır. Fransa’da İslam’ın yeri tartışmalarının alevlenmesiyle birlikte Sarkozy ve UMP partisi Fransız toplumunun birçok kesiminden tepkileri çekmekte gecikmemiştir. Müslümanlar dile getirdikleri tepkilerde İslam’ın stigmatize edildiğinden yakınırken, sivil toplum örgütleri ve insan hakları dernekleri tepkilerini “yabancı düşmanlığının körükleneceği” yönündeki endişelerini dile getirerek ortaya koymuşlardır. Muhalefet partilerine gelince, onlar, UMP’ye, aşırı sağ partiyle aynı politikalara yöneldiği ve göçmenler ve Müslümanlara karşı Ulusal Cephe partisi ile aynı tutumu sergilediği eleştirisini getirmişlerdir.
Bu durumdan anlaşıldığı gibi Müslümanlar Fransız siyaset sahnesine rahatlıkla malzeme yapılabiliyorlar. Örneğin, Ulusal Cephe gibi bir aşırı sağ parti siyaset söylevini tamamıyla göçmenler ve Müslümanlar üzerinden yürütebilmektedir. Ancak benzer tutum ve söylemler sağ partiler kadar sol partiler tarafından da sergilenmektedir. Fransız siyasiler çıkardıkları kanunlar ve yasaklarla ülkelerindeki Müslümanları, ki bunlar ister vatandaş isterse de göçmen olsun, hedef tahtasına oturtmuşlardır. 2004 yılında çıkarılan başörtü yasağı, 11 Nisan 2011’de yürürlüğe giren kamuya açık yerlerde burka giyme yasağı Fransa’nın kimlik sorunuyla boğuştuğunun en bariz örnekleridir. Fransa’da burka giyenlerin sayılarının tahminen iki binden az olduğunu varsayarsak, burka yasağının ideolojik sebeplerden dolayı hayata geçirildiği sonucunu çıkarmak zor olmayacaktır. “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” değerleri için büyük mücadeleler vermiş bir toplumun, bu tür yasaklarla gündeme gelmesi, epey şaşırtıcı olsa da maalesef bu şaşkınlık aynı Fransa’nın Müslümanlara karşı uyguladığı ayrımcı politikaların varlığını örtmeye yetmiyor.
II. Müslüman imajı
Belli bir dönemden sonra, başka bir deyimle sömürgecilikle birlikte Fransız toplumunda İslam ve Müslüman algısı bu yeni olgunun ortaya çıkardığı şartlardan etkilendi. Zaten genel olarak ta, yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslam Fransa’nın Yunan-Hristiyan mirasına dayalı peyzajında her zaman yabancı bir unsur olarak görülmüştür görülmeye de devam edilmektedir. Üstelik İslam dininin “gerici” bir din olduğu, toplumun ilerlemesi önünde bir set oluşturduğu düşüncesi hafızalardan henüz silinmiş değil. Fransız kültüründe namaz gibi İslami ibadetler örnek gösterilerek İslam’ın bir din olarak “boyun eğdiren (soumission)” olduğu, Müslümanların da “boynu eğilmiş (soumis)” ler olduğu tanımlamaları yapılmıştır. Buna bir de “yenilgiye uğramış” sömürge halkının bu dinin mensupları olduğu fikrinin yaygınlığı eklenince, durum iyice içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. Bu konuda Jules Ferry’nin Fransız sömürgeciliği hakkında sarf ettiği sözler dikkat çekicidir :”Fransız medeniyeti korkusuzca ilerlemektedir […] bu hayranlık uyandıran ve, Fransız dahisinin barbar topraklara 40 yılda ve cumhuriyetin 16 yılda yaptıkları ülkemizin sömürgeci kuvvetini her türlü itirazın üzerinde tutmaktadır” .
Burada Hristiyan din adamlarının tutumlarını da hatırlamakta fayda var, zira yukarıda zikrettiğimiz düşünceye fazlasıyla katkıda bulundukları görülmektedir. Bu kesimce İslam, Hiristiyan camia tarafından, İsa’nın tanrılığını reddeden, Hiristiyanlığın sapkın bir türü, Muhammed’de yalancı peygamber olarak tanıtılmıştır.
Avrupa’nın İslam’a bakışını şekillendiren unsurlardan bir tanesi de şüphesiz oryantalizmdir. Doğu’yu, yani Arapları ve Müslümanları, Batı’ya anlatma ve aktarma gibi bir misyon üstlenen oryantalistler çalışmalarını mensubu oldukları Batı değerleri ekseninde yürüttüklerinden İslam ve Müslümanları stereotip olarak göstermiş ve bu konularda karşı önyargılara sebebiyet vermişlerdir. Batı değerleriyle uyuşmayan bir İslam algısı ister istemez Doğu’yla Batı’yı karşı karşıya getirmiş İslamı ve Müslümanları da “diğeri, başkası” yapmıştır.
İslam’ın ve Müslümanların Batı değerlerinden kopuk olduğunu savunanlar Müslümanların kült ve kıyafetlerinin “farklı” olduğu vurgusunu yapmaktadır. Burada üzerinde en çok durulan ise başörtüsü olmuştur. Başörtüsü erkek egemenliğinin sembolü yapılarak, ezilmiş ve baskı altındaki Müslüman kadın imajı medyanın, aydın çevrelerin ve siyasilerin, bilinçli veya bilinçsiz, destek politikalarıyla yayılmıştır. Kadını özgürlüklerinden eden bir kıyafetin Fransa için kabul edilemez olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır.
11 Eylül’de gerçekleşen İkiz Kule saldırılarıyla birlikte şiddet yanlısı olarak tanıtılan İslam algısına bir de terörist Müslüman imajı eklenmiştir. İslam bir terör dini Müslümanlar ise birer tehdit ve potansiyel terörist olarak görülmüştür. Nitekim saldırıların Müslümanları nasıl bir çıkmaza soktuğunu bir kaç gün sonra Fransız yazılı basınında çıkan haberlerde görebiliriz: “Zihinlerde tehdidinin Müslümanlardan geldiği fikri tazeliğini korumakta, İslam ve Müslümanlar her yerde terörist, düzen bozucu, Batı’nın düşmanı, medeniyet yıkıcıları olarak tanımlanarak medya tarafından hedef noktası gösterilmekte, saldırılara maruz kalmaktadırlar” . Fransız aydınlarının, siyasilerinin, ve hatta bazı devlet erkanının Amerika’nın Afganistan’a müdahalesine destek verirken sürekli “biz ve onlar”, ve “Batı medeniyeti” vurgusu yapması Fransa’da yaşayan Müslümanların etrafındaki çemberi daha da daraltmıştır. Aslında EUROPOL’un 2009’da Avrupa’da meydana gelen terörist saldırıların sadece % 0,4’ünün, yani 294 terorist saldırısından sadece 1 tanesinin “islamist terörizme” ait olduğunu açıklaması ve Müslümanların terörizme ve masum insanlara yapılan her türlü saldırıların karşısında olduklarını belirtmesine rağmen iyice yerleşmiş “terorist Müslüman imajı” akıllardan pek te kolay silineceğe benzemiyor.
Bir çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Fransa topraklarında yaşayan Müslümanların farklı alanlarda zorluklara karşılaştıklarını kimse inkar edemez. Bu olumsuz havayı yaratmada Fransız siyasilerinin, inteligentiyasının ve özellikle medyanın rolü çok fazladır. Siyasiler politikalarıyla, aydınlar çalışmalarıyla medya da yaptığı sansasyonel haberlerle devamlı olarak bir Müslüman korkusu üretmektedir. Özellikle medyanın, ülke dışından verdiği örneklere dayanarak İslamı şiddet yanlısı, özgürlükleri kısıtlayıcı ve gerici, Müslümanları da terörist, barbar ve ezilmiş olarak tanıtması halk nezdinde farklı biçimlerde kendini gösteren Müslüman korkusunu tetiklemektedir.
Dr. Müşerref YARDIM
Brüksel, Mart 2012
Kaynaklar:
1 Bakınız LAMCHICHI.A, Islam et Musulmans de France, L’Harmattan, 1999, ss.12-16.
2 OTAYEK.R, « La démocratie entre mobilisations identitaires et besoin d’Etat », Autrepart (10), 1999, s.8.
3 AMSELLE.J-L, “Ethnies espace : pour une anthropologie topologique », Au cœur de l’ethnie. Ethnie, tribalisme et Etat en Afrique, Paris, La Découverte, 1985, s.14.
4 Bakınız Le Monde, 8 aralık 2009.
5 Imza kampanyasi hakkinda daha fazla detay için, bakiniz http://www.ldh-toulon.net/spip.php?article3626, (23.04.2011)
6 http://oumma.com/Islam-et-historiographie-francaise, (23.04.2011)
7 Bakiniz Le Figaro, 20 eylul 2001.
8 http://www.lexpress.fr/actualite/societe/294-attentats-en-europe-en-2009-1-attribue-a-l-islamisme_951199.html, (16.04.2011)