Necdet Yılmaz, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
Birleşmiş Milletler Genel Kurul Salonu’nda o akşam her zamankinden farklı bir toplantı vardı. Koltuklarda oturanlar, ciddi yüzlü, takım elbiseli diplomatların yerine rengarenk, geleneksel giysileri içinde çocuklarıyla birlikte aileler ve gençlerdi. Oraya, İran misyonunun organize ettiği Nevruz Bayramı’nı kutlamaya gelmişlerdi.
2010 yılından beri yapılan tören, genel sekreter Ban Ki-moon’un açılış konuşmasıyla başladı. Nevruzun kutlandığı Afganistan, Kazakistan, Kırgızistan, Pakistan, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan, Hindistan, İran, Irak ve Türkiye büyükelçilerinin dostluk ve barış temalı kısa konuşmalarıyla devam etti. Irak elçisi, resmi olarak temsil edilmeyen “Kürdistan”ın adını defalarca tekrarlarken, bizimkinin hangi ülkeyi temsil ettiği anlaşılmadı bile…
İlerleyen saatlerde sahne alan Afgan ve Tacik müzisyenlerin çaldığı “tabla”, “harmonium”, “rabab” ve bir Azeri sanatçının dansları, Ortaasya ve Kafkaslar’a götürdü dinleyenleri, ta okyanusun ötesinden. Onları izlerken, keşke bu salon savaşların, bir türlü çözülemeyen ülkelerarası sorunlarının tartışıldığı konular değil de sanatla yankılansa böyle hep diye düşündüm, naifçe. Altın sarısı, süslü kıyafetiyle yedi yaşındaki İranlı Fatma ve dört yaşındaki kardeşi Nergis, koltuklar arasında koşturup müzik eşliğinde dans ederken, haberi bile yoktu ülkesindeki nükleer tesisleri bahane eden beş “daimi ülke”nin bu binada aldığı kararla üzerine bombalar yağdırabileceğini.
Belki Türkiye’den de bir müzisyen ya da dansçı çıkar diye sonuna kadar bekledim, ama Nevruz Anadolu’ya gelemedi. Bu bayram özellikle son yıllarda, Güneydoğulu bazı vatandaşlarımızın kimliklerini dışa vurmak için protesto amaçlı gösterilere dönüşmüştü Türkiye’de. Her 21 Mart, taşlı, sopalı, gazlı, barikatlı, polis panzerli olaylara sahne olmuştu. Sonunda devlet de kendine göre bir çözüm bulmuş, Ortaasya’daki eski Türk adetleri hatırlanarak, kendi bayramını yaratmıştı. Artık takım elbiseli valiler, üniformalı komutanlar örste demir döğerek, elele tutuşup ateş üstünden atlayarak kutlar olmuştu Nevruzu ya da “Newroz’u.
Müzik ziyafetinden sonra, alt kattaki yemek ziyafetine geçildi. Her ülke geleneksel yemeklerini sundu davetlilere, açlık tehlikesinde olan ülke fotoğraflarının sergilendiği duvarların önünde. Baklavalar, börekler, gulab jamunlar, samozalar, helvalar… Elimde tabağımla sıramı beklerken, arkamdaki bir Amerikalı, “hangi etnik grubun bu?” diye sordu. Halbuki hiç bir ulus “etnik” değildi Birleşmiş Milletler binasında.
İki İranlı gençle ülkesi ve oradaki kutlamalar hakkında konuştuk uzun uzun. Doğanın uyanışı, yeni yılın başlangıcı anlamına gelen nevruzun tarihi çok eskilere, Zerdüşt inancına kadar uzanıyordu. İran İslam Devrimi’nden sonra mollaların, “bunun putperest adedi” olduğu gerekçesiyle yasaklamaya çalışması sonuç vermemiş, sonra onlar da kabul etmek zorunda kalmışlardı bu binlerce yıllık geleneği.
Önümdeki adam hangi ülkeden olduğumu sordu, hala yemek sırası beklerken. “Türkiye” dedim, “ya siz?”. New Yorklu olduğunu söyledi. “Bu şehirde herkes bir yerden geldi” dedim, “asıl siz neredensiniz?”. Bu sefer, Indiana eyaletinde bir kasabada doğduğunu söyledi. “Bu şehrin en güzel tarafı, kültür çeşitliliği. Bu da insanı daha açık görüşlü ve hoşgörülü yapıyor”, dedim. Görüşüme katıldığını söyledi. Adı John’muş, piyano çalıyormuş. Bir kaç tane de Türkçe şarkı biliyormuş. “Hangileri?” diye sordum, merakla. Aksanlı bir Türkçe’yle, “Ashik Veysel, Khara toprack” diye cevap verdi, John. Çevremizdekilere aldırmadan türküyü söylemeye başladık birlikte, “Dost dost diye nicesine sarıldım, benim sadık yarım kara topraktır…”. John’un, bir Türk arkadaşından öğrendiği diğer şarkı da “Niksar’ın fidanları”ymış. “Bunu bilmiyorum” dedim, “ama biraz söylerseniz belki hatırlarım”. “Sözlerini söylemem zor ama melodisi şöyle bir şeydi” deyip mırıldanmaya başladı. O söylerken hatırladım hemen. Ve birlikte “şinanay yavrum şinanay nay…” diye devam ettik söylemeye.
Bugün, baharın ilk günü, Çin’den Balkanlara kadar olan geniş coğrafyada, her türlü soruna inat, tomurcuklar patlayıp renk renk çiçekler açmaya başlamış olmalı. Fakat dışarı çıktığımda, Birleşmiş Milletler’in önündeki ülke bayraklarının üzerine ayrım yapmadan lapa lapa kar yağıyordu, gecenin karanlığında. Benim dudaklarımdaysa hala, “Şinanay da yavrum şina şinanay. Şinanay da şinanay hopa şinanay”ın melodisi vardı…